Etiketler

, , , , ,

Aç gözlerini çocuk!

– gözlerini kapattığın her haksızlıkta, biraz daha büyüyecek fırtına…

Fırtına büyüdü, kasırga oldu…

Güzel bir semtte geçtiği çocukluğum, maddi olduğu kadar insan topluluğu kadar da zengin bir yerdi. En yakın arkadaşlarımdan biri bir Kürttü, bir diğeri Egeli, diğeri Ermeni idi, ben de melez göçmen. Bunlar bir insanı tanıtmak için oldukça sığ tanımlayıcı özelliklerdi; çünkü onları sadece bu sıfatlara indirgemek insanlıklarına saygısızlık olacağını bilerek büyüdük.


untitled22707bbacOrtaokuldaki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi kitabımı hatırlıyorum, ilk kez Konfiçyanizmin, Budizmin ne olduğunu öğrenmiştim. Din dersleri henüz senin dinin, benim dinim düzeyine indirgenmemişti.

Ermeni arkadaşlarımızla beraber girerdik derse, beraber dinlerdik, bu yüzden dinsel ayrım bir şey ifade etmiyor bana. Bilinçaltımıza işlenmedi çünkü bizim.

Kapı karşı komşumuz Nanin Hanım’ın evinde seccade bulunurdu, Müslüman misafirleri için. Kapımızda halen asılı duran besmeleyi bile o hediye etmiş.

1992’de askerde bekledikleri olan bir aile olarak evde sürekli “ajans” açık olurdu, o ajansların birinden amcamın çatışmada vurulduğunu öğrenecektik kısa süre içinde. Siyasi olarak fazla karışım olmasada homojen de sayılmazdı evin içi, ama o zamanlar fikir ayrılıkları nefret uyandırmıyordu içimizde.

yorum_2haziran2a391b49

Cemaatler o dönemde de popülerdi, Mahmut Hocacılar, Nurcular, Süleymancılar, Kadiriler… say say bitmez öyle çok cemaat vardı ki –şu an tekelde toplanmış gibi, sanırım onları da özelleştirdiler (!) –, büyüme dönemimde anlamadığım hep şu oldu “bu insanların hepsi aynı şeyi okuyup nasıl birbirlerine karşı oluyorlar” ve “ve nasıl iyilik üzerine gelen bir din insanlara kin verebiliyor”.

Bu sorular, beni hep cemaatlerden soğuk tuttu, sorumun cevabını içten içe hissediyor ama tam tanımlamak istemiyordum.

Yıllar sonra (bu sene), bir tanıdık misafirliğe geldiğinde aynen şöyle söyledi “cemaatlerinde siyasi görüşü olur, biz gittiğimizde şuna oy vereceksin derlerdi, biz de sorgulamazdık bile”.

Sorunun cevabı belliydi, parti teşkilatı şeklinde konumlanmış cemaatlerle doluydu etrafımız. Yani insanlar sadece tabelaya bakıyordu, bu yüzden yıllar yılı “faizsiz bankacılık” kılıfına sığınanlar ilk ihalelerde malı hamudu ile götürdüler.

Sadece din değil siyaset bile hep dogma düzeyine indirgenmiş durumdaydı sevgili ülkemde.

untitled26b121df6

Şimdi birileri diyor ki,

“bu her yerde böyle, sadece bizde mi sanki”

“din yolundan gitmek için bir bilenin peşinden gitmek lazım”

“aahhh sen bilmiyorsun onlar bize şunu, bunlar bunu yaptı zamanında” … bu böyle sürüp gider. Ve aslında hiçbirinin de bir açıklama niteliği yoktur.

Her yerde aynı yanlışın yapılması, onu doğru seviyesine çıkartmaz.

Hiçbir din ama hiçbir din, insanlara kötülük-nefret aşılayamaz. Kendini şeyh olarak tanımlayan kişilerin şahsi bakış açılarının peşinden gitmek dinin asıl söylediklerinden uzaklaştırabilir insanları –şimdilerde olduğu gibi-. Din bilgisi başka bir şeyhe bağlı olan ilkokul mezunu, her ağzını açtığında tükürükleri ile nefret saçan insanlara “din adamı” demek dine karşı bile hakaret sayılır bence.

Kim kime ne yaptıysa yaptı, yapanlar yakalanıp cezalandırılsın sonuna kadar, ama yapanlar cezalandırılsın, çocuklarından-torunlarından-yakınlarından sorulmasının bunların hesabı. Bunu bir kan davasına-ego savaşına dönüştürmek, şimdi olduğu gibi sadece birilerinin ekmeğine yağ sürüyor işte.

Bilmiyor muyduk tüm bunları? Biliyorduk, hepimiz hem de.

Ama ne yazık ki işte tam da böyle oldu.

Gözlerimizi kapattığımız her haksızlıkta biraz daha büyüdü o fırtına…

Bu fırtına diner mi?

Umut…

Sevgiler,

Tuğba Makina